|
|
Bu yazıda, gerçekten cereyan etmiş bir hadise ile karşı karşıyayız.
Basit ve münasebetsiz gibi görünen bir hadisenin , köklü değişmeye sebep bir ikaz mahiyeti taşıdığını ibretle görüyoruz.
Aslında zararlı bir araziye giderken çobanların attığı taşla koyunlar bile tehlikeyi farkedip geriye dönerken, başımıza atılan musibet taşlarının da elbette bir anlamı vardır.
Fakat mühim olan; "Nasıl bir yoldayız, ufukta bir tehlike var mı? Yanlışlıklar içinde mi yürüyoruz, eğer öyleyse nasıl bir çıkış yolu bulabiliriz" düşünceleri altında zaman zaman bir durum muhakemesi yapmamız gerekiyor.
Yoksa nasıl olsa muhasebeye çekileceğimiz gün gelecek! Mühim olan, o gün gelmeden önce gerekeni yapmak...
Gelelim yaşanmış hikayemize;
Kendime geldiğim zaman başımda dayanılmaz bir ağrı, vücudumda kurşun yüklenmiş gibi bir ağırlık vardı.
Daracık bir yerde boylu boyunca yatıyordum. Doğrulmak istediğimde başımı sert bir tahta parçasına vurarak geri uzandım.
Gözlerim açıktı ama hiçbir şey göremiyordum. İçime bir korku düştü aniden . Gittikçe büyüyen bir korku. Alnımda biriken ter tanecikleri şakaklarımı adeta yakarak kayıyordu.
Bulunduğum yerle hayatımın bir alakasını kurabilmek için düşünmeye başladığımda birden ölüm geldi aklıma. Bu düşünce aklıma düşer düşmez, bir parazit gibi üreyip bütün vücuduma yayıldı. Düşüncelerim meçhul alemlere doğru kayıp giderken varlığımı unutuyordum. Sanki yüzümdeki ter taneleriyle birlikte yüz etlerim eriyip aşağı doğru akıyor, kafatasımda binlerce karınca geziyordu.
Anlaşılan mezar tahtalarıydı, başımı çarptığım sert cisim. İçinde olduğum yer yılanlar ve çıyanların komşuluk ettiği, dünyanın desteğinde, topraktan duvarlarla çevrili daracık bir odaydı.
Bütün bu düşündüklerim gerçekse ve ben toprağın altında hâlâ düşünebiliyor, soluk alıp verebiliyorsam dünyada anlatılan ahiret hayatı gerçekti ve başlamıştı.
Az sonra, belki de şimdi sual melekleri gelecek, geride bıraktığım kötülüklerle bezenmiş kendime ve hiç kimseye hayrı dokunmamış olan hayatımdan sual edeceklerdi.
Başımda gittikçe yükselen hararet beni bekleyen, zamanı bile donduracak ürkütücü ve korkunç azaptan nağmeler fısıldıyordu...
Gözlerimi kapattığımda şu an hatırlamak bile istemediğim hayatım canlanmaya başladı, göz kapaklarımın arkasında. Dimağımda artık bana hiç fayda vermeyecek bir pişmanlık hissi katmerleşiyordu. Nasıl katmerleşmezdi ki otuz üç senelik hayat grafiğime hep kötülükler bezemiştim. Etrafımdakiler gülmeyi çoktan unutmuşlardı.
Korkudan tir tir titriyordum. Beni bekleyen acıklı azabın dehşetini adeta hissedebiliyordum. Vücudum süngerleşmişti. Hayat hikayemin aralarından cehennemin tüyler ürpertici hararetini bütün vücudumda duyuyordum sanki.
Gittikçe hızlanan kalp atışları ve hücrelerimde dahi acısını duyabildiğim pişmanlık hissi, cehennemin dehşetini unutturacak kadar ızdırap veriyordu.
Evet şu an her ne kadar dünyanın bağrında gömülü isem de başka bir dolmuşta, kötülüklerle dolu heybem sırtımda başka bir dünyaya, kendi öz dünyama; cehennemin alevleri arasına gidiyordum.
Zamanın çimdikleri yaşadığım hayatı düşünmeye zorluyordu.
Çok eskilere uzanmıştım. On iki yaşındaydım.
Babam arkadaşlarıyla toplanmış çılgınlar gibi içiyordu. Kapı aralığından onları seyrediyordum. Onların gülüşmelerinin, neşelenmelerinin kaynağının, bardaklara doldurup büyük bir iştah ile içtikleri şeyler olduğunu zannediyordum. Televizyon ve sinemalardaki bu tür sahneler çocuksu teorimi doğruluyordu.
Artık babamın şişesine ortak olmaya başladım. Babam bunun farkına varınca kızmadı. Beni yanına oturtup:
- “Erkek adam içmeli“ diyerek bardağımı kendi eliyle doldurur oldu.
Bundan sonraki hayatımda, şişelerin içine gizlenmiş, oradan damarlarıma karışan şeytanın kontrolünde çirkeflikler üretmeye başladım.
İlk önceleri akraba ve komşularıma karşı melanetlere başladım. Daha sonra herkese karşı kötülüklerimi yaygınlaştırdım. Gözümde insanların hiç mi hiç değeri yoktu. Babamın, annemin, akrabalarımın, insanlığın hatta suç ortaklarımın bile kıymeti yoktu bence... İnsanlara bir tavuk kadar bile değer vermiyordum. Zevklerime engel olan herkesi, istisnasız gözümü kırpmadan öldürebilirdim. Çünkü ben artık kadehler tarafından idare edilen bir robottum.
Bana içki parası vermedi diye kaç kez dövdüm anne ve babamı, onların sefil bir hayat sürerek ölüp gitmelerine sebep de bendim.
Bu işkence kuyusunu babam kendi kazmıştı, elime kadehi tutuşturduğu zaman.
Annemse hayatıma hiçbir fonksiyonu olmayan günlük ev işlerini gören bir makinaydı. Ama yinede onlara iyi davranmam gerektiğini şimdi anlıyorum. Keşke geri dönüş olsa da mezarları başında dahi olsa beni affetmeleri için onlara yalvarsaydım.
Evlendiğim günleri hatırlıyorum. Karım benim için hayat arkadaşından ziyade , iğrenç işkencelerimi , sadist düşüncelerimi gerçekleştirdiğim tecrübe vasıtasıydı.
Bir gün, hatta bir an bile mutluluk vermemiştim ona. ümit ederim ki bundan sonra unuttuğu gülmeye yeniden başlar.
Çocuklarım geldi gözlerimin önüne.. Boynu bükük, yüz renkleri solmuş, sevgiden, merhametten, baba kucağından mahrum yavrularım. Kim bilir hayatta ne acılar bekliyordu onları.
Mümkün olsada karımdan ve çocuklarımdan beni bağışlamalarını isteyip, kulaklarına gelecek adına bir şeyler fısıldamaya, tecrübe edilmiş bedbaht hayatımdan ibretler sunmaya çalışabilseydim.
Titremem geçmişti fakat kalp atışlarım anormal şekilde devam ediyordu. Öldüresiye bir sessizliğin içinde kalbimin sesi yankılanıyordu.
Gaybi bir el, vücudumu milim milim jiletliyordu sanki. İç organlarımdan dışa, dış organlarımdan içe doğru bir sancı yayılıyordu.
Beynim keçeleşmiş olmasına rağmen sadece yaptığım kötülükleri düşünebiliyordum.
Hangi insanın benimle bir işi olsa yaşadığına bin pişman oluyordu. Geceleri saatlerce naralar atıyor, kapılara dayanıyor, kavgalar ediyordum.
Zavallı çocukların ellerinden zorla paralarını alıyor, vermemek için direnirlerse öldüresiye dövüyordum...
Ne olurdu geçici olarak bu topraklar üzerimden kalksa da; kapı kapı dolaşıp, başımı eşiklere koyup, yaptığım bütün küstahlıklardan dolayı özür dileyebilseydim.
Geçmişti artık. Geri dönmesine kimsenin gücü yetmeyecek olan bineğimle, ebediyen içinde kalacağım, otuz üç sene gibi kısa bir sürede kazanıp hak ettiğim sonsuz bir ızdırabı çekeceğim makamıma doğru ilerliyordum.
Az sonra melekler gelip içinde hiç iyilik bulunmayan hayatımdan sual edeceklerdi.
Zaman değiştikçe vücuduma tatbik edilen işkencenin de şekli değişiyordu. Bütün vücudum kızgın demirlerle dağlanıyor, kızgın şişler bir yandan bir yana geçiriliyordu sanki. Artık dökecek ter kalmamıştı, boğazım kuruyor, dudaklarım birbirine yapışıyordu.
İşin en azaplı tarafı ise bir defacık olsun huzurunda eğilmediğim, gönderdiklerine karşı lakayt kaldığım Rabbim’den ve Elçisinden (sav) sual edecekler, sadakatımı soracaklardı. Bense bütün hayatım boyunca içki şişelerine tapınmıştım.
Oydu benim her gün her saat sayıklayıp durduğum. Hayallerim bile hep onun üzerine kurulmuştu. Musluklardan içki akmalı, yemeklere içki katılmalı, çamaşırlarım içki ile yıkanmalı diye düşünürdüm.
Şimdi “Rabbin kim?“ diye sorsalar dilim dönmezdi “ALLAH (cc)“ demeye. Çünkü ben şişeleri putlaştırmıştım. Düşünemiyordum ölümün bir gün bana da geleceğini. Bari insanlara bir kere iyilik yapmama fırsat verseler de, benim gibi bir köşede oturup hayatın bitmeyeceğini sananlara, hayat sarhoşlarına, maddenin karşısında secde edenlere başı ve bakışları dönenlere ölüm ve ötesinin varlığını anlatıverseydim.
Artık benim için zaman var mıydı yok muydu bilemiyorum, ama bir çekirge gibi, bir işkencenin kucağından diğer bir işkencenin kucağına atlıyordum. Hayalimde canlanan her kötülüğün arkasından ayrı bir işkence uygulanıyordu.
Bu düşünceler içinde ne kadar yattığımı bilmiyorum. Gözümü tekrar açtığımda bulunduğum dar yere hafif hafif ışık sızarken, uzaklardan hayatın gürültüsü geliyordu.
Dikkatlice baktığımda burasının Alaaddin tepesindeki park olduğunu anladım.
Anlaşılan gece uzandığım bankın üzerinden düşmüş ve altına kaymıştım. Kalktım. Her yanım içki kokuyordu. Akşamdan yarım kalmış şişemi çöpe atmak için uzanırken ona bir daha dönmenin korkusu dolaşıyordu damarlarımda...
O günden sonra hayatımın bir gayesi olmaya başladı. ALLAH’a esir olmuş, O’ndan korkmuş, bütün esaretlerden ve korkulardan temizlenmiştim. Bu esir oluş ve korku, kötülük yapmama mani oluyordu.
İçimde, ordulara, kanunlara, ve bütün beşeri güçlere bedel bir karakol oluşmuştu.
Artık “güzel düşünüyor, güzel görüyor ve hayattan zevk alıyordum.”
YOLCULUK
Ey insan!..
Küçücük bir canlı iken heyecanlı, ve telaşlı bir yolculuktan sonra, büyük bir yumurtaya dar bir menfezden geçerek girdin...
Vaktin gelince de oradan istemeyerek dünyaya geldin...
Cebri bir yolculuğa çıkmış bulunuyorsun.
Kimseyle pazarlığa oturmadan geldiğin bu dünyadan, yine pazarlıksız olarak “kabir“ kapısından geçip gideceksin...
Anne karnında -karanlık da olsa- rahatın iyi idi. Ayrılmak istemedin, sancı verdin, dünyaya ağlayarak geldin...
Daha sonra gördün ki daha güzel bir yerdesin, susup gülmeye başladın...
Buradan giderken de ağlıyorsun... fakat ağlama...
Dünyaya nisbetle dar ve karanlık olan anne karnından çıktığın gibi, “ahiret“e nisbetle dar ve sıkıntılı olan dünyadan da ayrılıyorsun. O halde ağlamanın manası yok... Çünkü gideceğin yer aydınlık ve rahattır...
Orada sıkıntı eza ve cefa görmeyeceksin...
Artık o alemde eskimek ve pörsümek ve ihtiyarlamak yok ...
Orası vuslat ülkesi...
Oraya kavuşmak için yolculuğun erkanına riayet gerekli...
Karanlık tünellerde önünü aydınlatan bir ışığın, şaşmaz ve şaşırmaz bir rehberin olmalı...
O zaman bu tatlı yolculukta selametle gidebilir, emniyetle “altından ırmaklar akan saraylar“a girebilirsin...
|
|
|
|